İmkânları olsa güneşi de satarlardı

Salgının seyrini artık kestirebilmek çok zor bir hâle geldi. Çünkü inişli çıkışlı devam etti, resmî verilere göre. Aslında salgın, inişli çıkışlı değildi, sürekli çıkışlı bir serüveni var.

Artık Türkiye’de şeffaf devlet anlayışının olmadığını düşünen milyonlarca insan var. Avrupa dahi bu konuda yeterli bilgiye sahip.

Bilmem kaçıncı ayımda evdeyim. Bu aylar bana çok şey kazandırdı aslında. Çok kitaplarla iç içe oldum, daha çok yazdım, daha çok okudum. Lâkin hiçbiri para etmedi. Zaten bu iş para kazanma işi değildir. Çok okumak, çok yazmak ile zengin olacağını düşünen varsa; vazgeçsin.

Böyle bakıyoruz ya çoğumuz. Beynimizin boş kalmasına değil; midemizin, cebimizin doymamasına endişe duyuyoruz. Böyle bir toplumda büyümek veya böylesi bir düşünceye sahip toplumda ilerlemek imkânsızdır.

İşsiz kalmak da benim suçum değil. Veyahut işsizlik Türkiye’deki gençlerin, yetişkinlerin suçu değildir.

Asıl suç, “Her üniversiteyi bitirenler işe girecek diye bir şey yok,” diyenlerin suçudur.

Asıl suç, “Kimse iş beğenmiyor,” diyenlerin suçudur.

Bu sebeple de bunu normalleştirmeye çalışmak, devlet adına utanç verici değil de, nedir?

Ve halimden memnun olarak, –ki bu şükür etmek gibi bir şey değil, elbette isyanım var. Ben, bir gazeteciyim; ama beni farklı alanlarda çalışmak zorunda bırakıp, mesleğimin önüne engel koyanlara yazıklar olsun diyorum,- mücadelemi yılmadan sürdürüyorum. Asıl memnuniyetim, mücadeleye devam etmektir.

Asıl isyanım da, bunca zarara uğramış, ötekileştirilmiş, ekmeği, parası çalınmışların sessizliğinedir.

Asla da vazgeçecek değilim. Beni anladın mı “alay komutanı!

Nazım Hikmet Ran’ın şu dizeleri hoş gelmiştir hep bana;

“Bugün Pazar.

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.

ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün

bu kadar benden uzak

bu kadar mavi

bu kadar geniş olduğuna şaşarak

kımıldamadan durdum.

Sonra saygıyla toprağa oturdum,

dayadım sırtımı duvara.

bu anda ne düşmek dalgalara,

bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.

toprak, güneş ve ben…

bahtiyarım.”

Doğayı aldılar bizden. Çünkü her yeri betona boğup, nefesimizi kestiler. Betonun o iç yakan kokusu, artık iç organlarımızı yok etti.

Salt edebiyata girdiğimde dahi, hafta sonuna özel olmasına rağmen; yine de bu yapılan haksızlıklar, bu talan siyaseti, bu kayırma yönetim anlayışından kopamıyorum.

Ağaçları kesip, maden şirketlerine sattılar toprağı. Koca bir beton, yatay bir havuza verdiler milyonlarca ağacı.

Sadece ağacı, toprakları değil; yüzlerce devlet kurumunu, fabrikasını, bankasını, limanlarını, kendi içeceğini dahi sattı mevcut iktidar.

Güneş’i elle tutup, satabilselerdi; emin olun bu iktidar sistemi onu da maden ve turizm şirketlerine satar, yerine yapay güneş koyardı.

İyi ki Güneş’e ulaşacak kadar büyümediler daha. İyi ki Tanrı, güneşi ulaşılmaz ve yakıcı bir gezegen haline getirmiş.

Ağaçları ve denizi de böyle yapsaydı; ‘girmek, dibinde dinlenmek serbest; ama yok etmek öldürür,’ deseydi belki de yeryüzünde doğa talanı bu kadar kolay olmayacaktı.

Güneş’i de satarlar mıydı?

Hani Yönetmen ve oyuncu Müfit Can Saçıntı’nınYaşamak Güzel Şey’ filminde şöyle bir sözü vardır:

Mutluluğun formülü olsaydı, bu kapitalist sistem onu da şişeleyip satardı.”

Elle yazılabilir bir formül yok. Lâkin her önüne gelenin yogacı, kişisel eğitimci, mutluluk aşılama yazarı gibi çokça şahıslar biriktiği için; mutluluk da kapitalizmin bir oyuncağı oldu.

Bu yüzden bu ülkede işsizken, evine ekmek götüremezken, çocuğuna oyuncak, çikolata alamazken, bebeğine mama, bez alamazken; kimse bu insanlara şu kitapla mutluluk, bu yoga seansı ile rahatlık aşılıyoruz demesin.

Bu kapitalist sistem, mutluluğu almadan önce; geçimin önünü açmalı, iş, aş, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi önemli hastalığı tedavi etmelidir.

Bir tarafta iktidarın ballı ihaleleri, bir taraftan dükkânı işsizlikten, parasızlıktan kırılıyor diye onu yıkan yurttaşlar var. Buna acımayan politikacı, Türkiye Büyük Millet Meclisi koltuğunu asla hak etmiyor.

Kadına seçme seçilme hakkı

Aynı zamanda dün kadın haklarının özel bir günüydü. 5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkının verildiği önemli bir gündü. Bu toplumda kadına verilen hak; ötekileştirme, şiddet, cinsel taciz, yok saymadan başka bir şey değil.

Kadına şiddete ‘dur’ de’ başlıklı yazımda; konuyla ilgili detayları yazmıştım.

Fransa’da kadınlar 1944, İtalya’da 1945, Yunanistan’da 1952, Belçika’da 1960 ve İsviçre’de de bu hak 1971’de verildi. Türkiye’de ise bu özel hak, 1934’te verildi.

Bugün, kadınlar sokakta yürüyemiyor, otobüste istediği kıyafetiyle seyahat edemiyor, seçme seçilme özgürlüğünden de yoksun.

Kadınlar da erkekler kadar her eşit hakka sahiptir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının 86. yılı kutlu olsun. Umarız artık kadın şiddeti ve ölümleri son bulur. Bunun için tek çare 6284 yasası ve İstanbul Sözleşmesi yasasıdır. Bunlar tam uygulandığı sürece, kadına yönelik her tutum, şiddet, ötekileştirme kısa zamanda yok olur.

Yorum bırakın