Uykudan arta kalan

Sabahın ilk ışıklarında uyanırken, saatler 8’i gösteriyor. Her yerde işlerin başlama saati. Benim için ilk ışıklar, sabah yedi veya sekiz… Ama işsizlik şartlarından ben de yararlandığım için, sabah sekiz benim ikinci ve yarım uyku halim oluyor. Düşlerimdeki olumsuz etki, zihnimin köşesinde ölmemiştir ve benden önce uyandığı için beni de erkenden uyandırıyor. Bu sebeple de, maalesef uyanıyorum ve tekrar uyumaya koyuluyorum. Bir yandan zihnimdeki huzursuzluk, bir yandan gece 2 veya 3 gibi uyuduğum için şuurumun beni altüst etmesi…

***

Duramam daha fazla, tekrar uyurum. Çok mu sanki, 9 veya en geç 10 gibi tekrar uyanırım. Bazen 9 buçukta uyanıyorum. Bizimkiler soruyor tabi;

“Neden erken uyandın?” diye.

Erken değil,” diyorum sadece…

Ellerimi, yüzümü yıkarken; aklımda olumsuz düşlerimin uykudayken beni yakaladığını tekrar hissederim. “Ne olacak başka? Hep böyle mi gidecek? Neden böyle oluyor? Ne yapmalıyım? …” gibi birçok sorunun zihnimi kurcaladığını hissediyorum.

***

Odama dönerken, renkli havlumla ellerimi ve yüzümü kuruluyorum. Gözlüklerimi takıp, flu yaşamımı terk ediyorum. Bu andan sonra her şey benim için netleşiyor artık. Ama maalesef anlam kazanamıyor… Uykulu ve düşünceli gözlerim, masamdaki kitabıma ilişiyor. Her şeyi boş vermiş edasıyla alıyorum kitabımı elime. Annemler balkonda oturmuş, çay içiyor her sabah olduğu gibi. Hava da binanın güney cephesinden hafif bir esinti gönderiyor bize… Çöküyorum balkonun köşesindeki sandalyeye, açıyorum kitabımı ve başlıyorum meraklı düşüncelerle okumaya. Moralsizim, her şeyi boş vermiş edam var.

***

Bu halimi gören annem, soruyor her sabah sorduğu gibi:

Neyin var? Neden moralin bozuk?

Kafamı kitaptan dahi kaldırmıyorum. Okumaya devam ederken cevabı veriyorum:

Hiiç! Bir şey yok.”

Anlıyor. Yaklaşık 60 yaşlarındaki kadın, evladının neyi olduğunu bilmez mi? ‘Hiç’ diyerek çocuk mu kandırıyorum? Hayır elbette…

Diyemiyorum: “Bu ülkede gazeteciyim. Emek veriyorum, vermek istiyorum daha fazlasını… Ama kapılar suratıma kapanıyor. Tek bildiğim iş bu. Azıcık para verseler, belki de hep bu işi yapacağım. Lâkin 93 gazeteci tutuklu, yüzlercesi işsiz; belki de daha fazlası… Gerçekleri yazdığımız için, bizi kabul edecek gazete ve kanal sayısı sınırlı. Komik; ama gerçek olan bu… Başka işe girmek, 10-12 saat başka bir işte çalışmak, strese girmek, gazeteciliğe ara vermek! Bir daha aynı şartlar altına girmek istemiyorum, çünkü çok ağır. Kim hayallerini ertelerken kendini iyi hissedebilir?  3 yıl ara vermiştim, beni bilen bilir. Çok zorlandım, düşünmek dahi istemiyorum o yılları…” diyemiyorum.

***

Bunları söylerken, o da kırmak istemeden;

Mecbur! Ne yapacaksın ki başka? Para da suyunu çekiyor. Zor oluyor böyle de,” diyor. O da haklı. İkimiz de kendimizce haklıyız; ama çare yok. Çare, benim iş bulmamda… İşsizlik, her geçen ay artıyor. Pandemi sebebiyle ücretsiz izne çıkarılanları da saydığımızda, 17 milyon işsiz var. Resmî kayıtlarda, bu sayı yaklaşık 4 milyon. Bu da Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla TÜİK’in 10 bölge müdürünün değişmesiyle ortaya atılan rakamlar. İş aramaktan vazgeçenleri, ücretsiz izne çıkarılan ve işsiz kalanları da yazmıyor yandaş TÜİK(Türkiye İstatistik Kurumu). Resmî olmayan kayıtları eklediğimizde ve ücretsiz izne çıkarılanların sayısını çıkardığımızda işsizlik sayısı, 10 milyon oluyor.

***

Bunları diyemediğim için, bu diyaloga tekrar tekrar girmek istemediğim için, kaçıyorum aslında. Kitaba devam ediyorum, ‘hiç’ diyerek… Çayım geliyor yanıma. Hem çayımı içiyorum, hem de kitabımı okuyorum. Kitap okurken, çay veya kahvem kesinlikle soğur. Oradan seslenir yine annem:

Çayını/kahveni soğuttun. Bekletme!

Haber yazarken de öyle. Mutlaka soğur, bekler öylece… Çay veya kahve, aslında bu işte bir süs gibidir. Bir oyalanma, bir stres azaltma, bir uğraş gibi… Çayı sıcak veya kahveyi sıcak içme derdimiz yoktur. Pastanın çileği, çikolatası gibi… Bir oyalama, bir keyif alma biçimidir…

***

Çayımı soğuturum yine, kitabımı okurken. Kitabı yaklaşık 1 saat okurum, sonra kahvaltı masası kurulur. Durduğum sayfaların arasına ayracımı koyar, kitabı da masaya bırakırım ve kahvaltıya yönelirim. Kahvaltıda aynı surat ifadem vardır; çünkü düşüncelerim çok ve ağır. İşsizlik, ekonomik durum, ülkedeki kötü gidişat… Her şey bir dizinin fragmanı gibi gözlerimin önünden geçer. Bir gazeteci, gerçek gazeteci diyelim; ülkenin, memleketinin meselesine eğilebilmelidir. Yoksa bu işin anlamı ne? Bu sebeple de kafamdaki düşünceler, çok ağır geliyor bazen; aslında mesleğimin de bir parçası olunca, zevk de veriyor.

***

Kahvaltıdan sonra balkon sefam ve kitap keyfim biter… Kitabım da kalır öyle. Bir sonraki sabaha okurum yine veya odamın pencere dibine geçerim, akşam saat 7, 7 buçuk veya 8 gibi… Bazen de geçerim pencere dibine, sadece sokağı, uzaktaki dağın tepesini izlerim ve çayımı yudumlarım…

***

Bursa’da günün kararması saat 20.30 civarıdır. Her şeyi bir kenara bırakır, kitabımı alırım elime; geçerim penceremin dibine. Hava esiyor yine, daha fazla esinti olduğunda, perdeleri tutamıyorum bazen… Sandalyeme kuruluyorum, arada dışarıyı, uzakları izliyorum; arada da böyle akşam sekiz buçukta günün kararmasına kadar okuyorum. Gün kararıp, odama giren gün ışığı bitince, kitap okumam da bitiyor. Bu da ortalama bir saat veya 45 dakika sürüyor. Artık kitaptaki yazıları gözlüklerimle dahi göremez hale gelince, “gün karardı, kitap okuma saati bitti” diyorum. Kitabımı tekrar sabah aldığım yere koyar, günün çoğunluktaki kısmını tamamlarım. Tabii bu sürecin arasında bilgisayarımda haberleri okur, gündemi anlık takip ederim. Geceyi de güzel bir filmle taçlandırırım…

Maneviyatı çok büyük; ama anlamayan sorar:

“Ne kazandın?”

***

Bende durum budur. Peki, sizde nasıl?

Yorum bırakın